Lisanımızdaki Arapça ve Farsça kelimeleri kovmak maksadıyla tonlarca kelimenin türetildiğini, bu yeni kelimelerden birçoğunun mana ve gramer bakımından hatalı olduğunu birçok yazımda ifade etmiştim. Bu hatalardan en büyüğü anlam kelimesidir.
Birbiri yerine kullanılan anlam ve mânâ kelimelerinin arasında fark o kadar büyüktür ki bunları idrak edememek yahut doğrusunu kullanmamak için kasıtlı bir niyetin olması lazım gelir.
Anlam ne demektir?
Türkçe eklerle peyda olan, manayı eklere göre veren bir lisandır. O halde biz de anlam kelimesinin köküne bakmalı ve eklerin verdiği manayı bulmalıyız ki ne demek olduğunu anlayalım. Kelimenin görünürdeki kökü andır, -la ekiyle fiile, dahası -im ekiyle isme dönüşür (-im eki aslında bu kelimeye gelmemesi lazım olabilir, çünkü -i ve -m eklerinden oluşur) ve anlam olur. Bir şeyin anlaşılması, demektir.
Yani kökü itibariyle anlam kelimesinin oluşumu şu yolları izler:
an (isim, zihin)
an-la = anla (fiil, zihne almak, kavramak, idrak etmek)
an-la-im = anlam (isim, bir şeyin anlaşılması)
Anlam ile mânâ aynı şey midir?
Hayır. Türkçe ile kazandığı zenginlik arasından kısaca mana, bir şeyin ne demek olduğudur. Anlam ise, bir şeyin anlaşılmasıdır.
Bu iki kelime arasındaki farkı tek bir cümle ile ifade etmek lazım gelirse o cümle şudur: Anlam, bir şeyin anlaşılması manasındadır.
İfade ettiğimiz gibi birbirinin yerini asla tutamayacak kadara farklı olan bu kelimeleri aynı manada kullanmak, lisanımızı ve kelime haznemizi fakirleştirdiği gibi, yeni gelen neslin mazisi ile bağını koparmağa hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır.
“Ne Hak buyruğun tutarsın ne kul sözün işitirsin / Hiç bilmezsin mana nedir, ne dilde çağırmak gerek” – Yunus Emre
Türkçenin zenginliği, kelime sayısında değil, ifade şeklindedir. Fethettiğimiz toprakları kendi vatanımız yaptığımız gibi, Türkçe de fethettiği kelimeleri kendine katmıştır. Bunları sırf Arapçadır, Farsçadır diye kovmak, fethedilen toprakları geri vermekten farksızdır. Çünkü bu kelimelerle koskoca bir maziden, büyük bir tecrübeden, birikimden de vazgeçmiş oluruz.
Daha fazlası için sitemize ve yine kültür sanat, fikir ve edebiyat ile alakalı paylaşım ve tartışmaların yapıldığı forumumuza, hususi olarak Lisaniyat alanına mutlaka göz atın.
Geçmişle kopartılmaya çalışılan bir bağ var ve bu bariz. Dil ve alfabe yoluyla bunun yapılmaya çalışıldığı görülüyor ancak bu uygulamaya ne kadar karşı çıkılabilir bilemiyorum. Mademki dil dediğimiz kavram bir kültür, hazine meselesidir ve bir zenginliğe işaret eder, o zaman Arapça kelimeye Türkçe karşılık bulmakta bir sakınca yoktur diye düşünüyorum. Bununla birlikte fethedilen topraklar ve Türk vurgusu yapıyorsunuz. Ancak bu bakış açısını biraz sakat buluyorum. 1. Dünya Savaşı sonrası o toprakların hiçbiri bizde kalmadı, bunun dışında Araplara İslamcı-Osmanlıcı ideolojiyle yaklaştığı halde başarısız olmuş, Arapların sırt çevirmesine engel olamamış bir Osmanlı var. Tüm bunlar aslında sizin eleştirdiğiniz dil uygulamalarına yol açıyor. Doğu’dan bir fayda görmüyoruz uzun bir zamandır. 19. Yüzyıl ile bu daha da netleşti. Her şey milliyetçi söylemin ekmeğine yağ sürdü ve muhtemelen şu anda aydın bireyler olarak inandığımız farklı şeyler varsa da 20. yüzyıl başında birçoğumuz milliyetçi söylem içerisinde hareket edecektik. Çünkü o dönemde dünya bunun üzerinden siyasetini, kültürel faaliyetlerini ve ekonomisini döndürüyor idi. Cumhuriyet Dönemi kültür politikalarını eleştirecek yönü elbette vardır. Ancak içinde bulundukları bağlama uygun uygulamaları hepsi diye düşünüyorum. Kendilerinden önceki olayları da göz ardı etmemek gerek. Bu noktada değerli hocam Erol Köroğlu’nun “Türk Edebiyatı ile 1. Dünya Savaşı” adlı kitabı öneririm size. Memleketin çaresizliği karşısında tek çıkış yolu olarak milliyetçiliğin kalmış olması bence de üzücü ve dilde sadeleşme çabalarında birtakım yanlış uygulamalar da mevcut. Ancak anlam kelimesinin bugünkü kullanımının bu denli oturmuş olması, onu artık etimolojik bağlantısından koparır. Çünkü dil bir reçete yazar gibi, yani preskriptif işlemez. Dile betimleyici yani deskriptif yaklaşmak, dilin nasıl konuşulması gerektiğini değil nasıl konuşulduğunu irdelemek gerekir. Dilbilim bunu söyler. Sizin uyguladığınız mantık yürütmeyle bir sorunum olmadığı gibi milliyetçi de değilim ancak buna benzer dil yanlışları birçok dilde mevcut. Fransızca ile İngilizce’yi yan yana koyduğunuz takdirde, TDK tarafından bulunmuş karşılıkların çölde vaha gibi kalacağını göreceksiniz. Bunların dışında, gayet güzel bir yazı olmuş, verilen örnekler ve anlatım gayet okuyucu dostu.
Arap misalini niye verdiniz anlamadım, bunun onlarla hiçbir ilgisi yok. Diğer yandan anlam sadece bir misal, daha önce de pek çok defa dediğim gibi bunu şuursuzca yapıyorlar; sırf Arapça kökenli diye bin küsur yıldır kullandığımız mesela’yı atıp yerine Ermenice olarak geçen örneğin’i alıyorlar. Mesela ivedi kelimesi, Türkçe midir, kökü nedir, belli değil; acil’in ne suçu var, çünkü Arapça… Hiç şüphesi kelimelerle düşünürüz ve kelimeler birer kod gibidir zihnimizde; dahası bahsettiğiniz gibi bu geçmiş ile aramızı koparmanın en basit ve en gaddar yoluydu. 2-3 bin değil, son 95 senenin tecrübesine sahibiz bu şekilde; elbette birileri okuyup ve “sadeleştirip” önümüze koyuyor. Hem ben ihtiyaç halinde kelime türetilmesine karşı olduğumu söylemedim, bunun tepeden inme ve cahilce yapılmasına karşı olduğumu söyledim; neden cahilce olduğuna bir misal daha: şart koşmak ibaresindeki şart Arapça kökenlidir diye atılmış (bence Türkçe ağzına çok uygun) geriye koşmak kalmış, ne koşmak şart koşmak, lakin şart olmayın ona Türkçede olmayan ve hiçbir manaya gelmeyen -ul eki getirilerek koşul ortaya çıkmış. Bu hiçbir şey ifade etmiyor. Kelime yerine cümleden veya birkaç cümlelerden oluşan söz kelimesine -cük eki getirilmesiyle onu küçültmeleri ama yine de bir kelime manasının çıkmaması… Herkesin yaptığı doğrudur, fikrine katılmıyorum. Ha, içlerinde çok doğru olanlar da yok mu? Elbette var. Mesela bilim kelimesi, ilim muadili ve her ikisini de severek kullanırım. Hem de bunun milliyetçilikle de alakası yok ki bu milliyetçilikten ne kastettiğinize bağlı. Yazdıklarınızın yarısına bu böyle olmaz dediklerinizi zamanında yaptılar. Şu an bunları o sebeple konuşuyoruz. Son olarak hatıratlardan hareketle bundan rahmetli Atatürk’ün sonradan bu işin rezilliğini görüp “benden sonra vazgeçeceklerine ben vazgeçerim” diyerek hatasını anlamış olduğunu ifade etmek isterim. Onu tanrısı kabul edenlere bu inanılmaz ağır gelecektir ama doğru olan bu. Peyami Safa Bey’in dediği gibi memleketimizde dil ile lisan arasında farkın tasnifi bile yapılamıyor, insanlar zaten ne konuştuğunu farkında değil, ezbere konuşuyorlar. Bunun suçu belki de eğitim sistemimizin ABD mandasında olmasındandır.
Son 95 yıla hakim olduğumuz fikrine katılmıyorum. Osmanlı Türkçesi ve paleografya bilgisi öyle zor öğrenilen şeyler değil. Ayrıca bunları herkesin bilmesine de gerek yok. Alfabe değiştirildi diye bir gecede cahil kalındığı iddia edildiği için bu meseleler bugün böyle hassas vaziyette. Oysa zaten okuma yazma bilenlerin büyğk çoğunluğu Fransızca biliyordu. Farkındayım, büyük bir kanon şu anda alfabe yüzünden okunamıyor ki bu geçmişle bağın kopmasına sebep oluyor. Ancak memleket dahilinde zaten o kanonu okuyabilecek bir birikim ne kadar vardı bunu da tartışmak gerek. Sadeleştirilip önümüze konulanlar demişsiniz. Yüzde yüz hak veriyorum size. Ancak memleket dahilinde Mai ve Siyah’ı sadeleştirmeden okutabilir misiniz bunu düşünmekte yarar var (Halit Ziya kendisi dahi sadeleştirme gerekiyor diye düşünmüştür) milliyetçilik meselesine gelirsek, Osmanlı devletinin fethettiği yerler Türk oldu demişsiniz yazınızda. Osmanlı içerisinde Ermeniler de var, Rumlar da var, Bulgarlar da var Araplara da var. Dini bağlar dolayısıyla Arapları öncelemenin bir sebebi olduğunu düşünmüyorum. Bununla birlikte bugün ilk Türk romanı denince Ahmet Mithat diyen edebiyatçılar, Ermeni harfli Türkçeyle yazılmış Akabi Hikayesini hesaba katmıyorlar. Milliyetçiliğin tanımı budur bana sorarsanız. Bugün manası kalmayan bir ideolojidir benim nezdimde ancak 19. ve 20. yüzyıllarda hayatta kalmak için gerekliydi. Bunun dışında anlam kelimesini kime sorsanız mana ile aynı anlama geldiğini söyler. Bu dil yanlışını haklı çıkarmaz kelimenin toplum nezdinde oturduğunu gösterir. Biz bugün tacir yerine çoğulu tüccarı da yanlış kullanıyoruz. Muhtemelen tacir kelimesi “uyuşturucu taciri” ifadesiyle birlikte akla geliyor diye. Yani kelimeler anlam genişlemesine ya da kaybına uğrayabilir. Yanlış kullanılabilir. Halka “böyle konuşmazsan kulağını çekerim” doğru değildi zaten. TDK’yı da bu yüzden eleştirebiliriz. Ancak bugün kubbealtı lügatında Osmanlı Türkçesi içerisinde kullanılan yapma ifadeler gördüğünüzde kökenini size göstermezler. Bence Türk Dil Kurumundan önce Arapça ve Farsçadan kendi kendimize uydurduğumuz kelimelere bir bakalım. Kubbealtı lügatında Türkçe olarak sonradan üretilen ekler vesaire için “böyle bir ek yok”, “uydurma” yazarken Arapça ve Farsçada böyle yapılan kelimeler için bu ibare yok. Örneğin tenkid kelimesi de uydurma bir kelimedir. lügatta uydurma olduğu yazmaz. Ancak “öncel” kelimesi için Türkçede böyle bir kelime yok vesaire yazıyor. Neticede bu durumun bir sonu olmadığını göreceğiz. Her şey ideolojik bir yaklaşımla ele alındığı için sıkıntı büyümeye devam ediyor.
Elbette, büyük oranda katılıyorum. Bir edip olarak üzerinde mesai harcadığım kelimeleri tahlil etmem ve bu denli hassas olmamdan dolayı bazı sözlerim mübalağa kaçabileceği kabul edilebilir diye düşünüyorum. Belki de seviyeyi sokaktaki insana indirdikleri, bir akademik lisanın olmadığı ve her şeyi en basit haliyle 150 ila 300 kelimeyle düşünüp ifade edildiği için bazı şeyler normal geliyor olabilir. Burada yanlış tezahür eden bir şey var zannedersem, zira dediklerimden gayrısı yanlıştır gibi bir fikirde değilim. Diğer yandan yine Araplara yaranmak gibi bir derdimizin hiç olmadığını düşünüyorum; İslam’a yakınlık babından bakarsak da evet. Söylesenize ne konuşulduğu ve düşünüldüğü bilinerek 20 – 30 bin kelimeyle yaşayan bir neslin keyfiyeti nice olurdu? Bunu elimizden alıp “sadeleştirdiler”. Bir gecede olmadı belki ama şu an buradayız. Kastım yalnızca alfabe değil, kelimelerdir. Meselenin ideolojiyle bağlantısı şu, bazı kimseler bunu Atatürk’ün başlattığını bildiklerinden toz konduramaz ama dediğim gibi bundan kendisinin de iğrendiği pek çok kaynakta mevcuttur. Ahir ömründe bundan vazgeçmiştir. Bunu pek öğretmezler. Bir de bunları yalnızca Osmanlı devrinde kullandığımız yanılgısı yanlış, çünkü o alfabeyi dahi ondan çok daha evvelinde kullanıyorduk ki burada Divan üslubu gibi süslü ifadelerden bahsetmiyorum. Elbette kendi içinde değişime uğrayacaktı ama tepeden inme de olmaz, bir akademi olmalı, kelimenin sosyolojik… Her neyse.