Kesit/2 - Fatih Aziz Ünal

 1 mesaj
 1025
Forum kuralları
Hikaye Paylaşma Kaideleri
Cevapla
#1 ·
Mesajlar: 152
Kayıt: 16 Mar 2021, 22.32
Ad Soyad: Fatih Aziz Ünal
Cinsiyet: Bay
Konum: Nevşehir
Profil: Doğrulanmadı
Beğendi : 98
Beğenildi : 169
Vakit, gece yarısına yaklaşıyordu. Ay, görünmüyor sayılırdı. Sokak lambalarının soluk sarı ışıkları, jaluzi perdelerin arasından süzülüp odaya loş bir aydınlık veriyordu. Odada, geniş olmasına karşın, pek fazla eşya olduğu söylenemezdi. Dolayısıyla oda, olduğundan daha geniş hissettiriyordu. O da bu durumun farkındaydı. Zaten bu yüzden uyuyamadığı zamanlarda özellikle orada otururdu. Yok denecek kadar az misafiri olurdu; yine de koltuk takımı almıştı. Evin her yeri cansız, hatırasız eşyalarla doluydu. Yegane değerleri, böylesi gecelere şahitlik etmeleriydi. Özellikle de o tekli koltuk… Belini, koltuğun sonuna kadar yaslayarak, dimdik otururdu o vakitlerde. Kollarını, dirseklerinden başlayacak şekilde koyardı her iki yanına. Adeta alçı mankenler gibi otururdu. Işıkları açmazdı. Loş olmasını severdi. Gecenin bulanıklığını severdi aslında. Gözlerinin önünde sahnelenen özgür oyunu izlemeyi, yönetmeyi severdi. Karakterler girip çıkardı. Kırk türlü senaryo yazardı oturduğu yerde. Yeri gelir güldürür, yeri gelir ağlatırdı oynananlar. Yorulana dek perde kapanmaz, ara bile vermezdi. Hatta bazen odanın içinde durmadan dolanırdı. Sonra tekrar oturup biraz dinlenir, ardından yeniden dolanmaya başlardı. Ama o bunların farkında olmazdı. Bu gece de o gecelerden biriydi.

Uykulu olmasına rağmen ne uyumak istiyordu ne de uyuyabiliyordu. Yorgun gözleriyle odayı süzüyordu. Ellerini, oturduğu tek kişilik koltuğun kumaşına nazikçe sürdü. Ne garip bir hâl bu, dedi. “Aslında takatim yok. Yine de kendimi sokaklara atmak, atıp deliler gibi koşmak istiyorum. Hâlbuki on dakikaya kalmadan ciğerlerim can çekişecek, biliyorum. Esas mesele kafamın içinde olanlar. Zaten onlar değil mi beni böyle eden?”. Gülümsemeden edemedi. Son zamanlarda sık sık verdiği bir tepkiydi bu gülümseme. Tecrübe ettiği ya da gördüğü şeyin komik olmadığını biliyordu, fakat çoğu kez yaşananların absürtlüğüne gülüyordu. Onun nazarında hayat, her şey demekti. Dolayısıyla her anda hayata dair emareler görmekten kendini alamazdı. Çabaları, düşünceleri, hayalleri ve niceleri birdenbire anlamsızlaşır, saçma görünmeye başlardı. Bunlara rağmen bazen çocuksu bir heyecanla dolardı içi. Şevkle sohbet etmek, duraksız dans etmek, delicesine koşmak, dünyayı alt üst etmek isterdi. Öyle deli dolu hissettiği zamanlarda bazen kendini akışa bırakır bazen saman alevi olduğu düşüncesiyle tenezzül dahi etmezdi. Yine de, farkında olmadan, evde oda oda dolandığı olurdu.

Bir süre daha koltukta sessizce oturduktan sonra loş odanın içinde ufak bir oyun başladı. Aslında kimseyi görmüyordu, ama görüyormuşçasına o anı hem gözlemliyor hem de yaşıyordu. Kendi kendine konuştuğunu söylemek de pek doğru olmazdı. Zira konuşmanın karşı tarafı kahir ekseriyetle üçüncü bir kişi olurdu. Bu kez kendisi de oyuna dâhildi. Odada onu pür dikkat, merakla dinleyen biri varmış gibi söze girdi: “Garip, hakikaten garip… Anlamaya çabalamışımdır daima. Ancak, bunca zaman geçmesine rağmen tam manasıyla idrak edebildiğim söylenemez. İnsanlar sabah perdelerini açtıklarında ne görürler? Elbette, perde açma lüksüne sahip olmayanlardan bahsetmiyorum bile… Dışarıda çabalamaya değer ne vardır? Ne yapabileceğine inanır ki insan? Yani, neden yaşamaya devam eder? Dünden bugüne, nesilden nesile, asırdan aşıra değişen bir şey olmamıştır ki. İnsanlar daha mı ahlaksız, daha mı umursamaz, daha mı gaddar? Hayır. Gözden kaçan kısım da bu sanki. Biz değişmedik, sadece içimizdekini daha güçlü yaşamak için oyuncaklar ürettik. Her yeni üretim bir işin daha verimli ya da bir hazzın daha kolay ulaşılabilir olması için yapılmıyor mu? O işler, o hazlar hiç değişmedi. Görünüşleri evrildi yalnızca. Bazen dışarıda yürürken çevremi inceliyorum; insanları, binaları, arabaları, tüm o dönüp duran çarkları… Sonra kendi kendime şunu söylüyorum: ‘Tam şu an ölsem, ne eksilir dünyadan ya da neyi değiştirmiştir varlığım?’. Birinin evladı, sevgilisi, arkadaşı, eşi olmak varlığıma delalet eder mi? Kendimden vazgeçip, halihazırda tarihe adını yazdırmış insanları düşünüyorum; bilim insanlarını, sanatçıları, yöneticileri... Çünkü onlar arkalarında bir miras bıraktılar. Fakat, onlar bu yaptıklarını tercih etmişler miydi? Yoksa kendilerini tutamadıkları için mi bugün tarih kitaplarında okuduklarımız yaşanmıştı? Örneğin, Sezar Rubicon’u neden geçmişti? Mevlana Mesnevi’yi neden yazmıştı? Cengiz neden durmadan işgal etmişti? Michelangelo neden Davut’u oymuştu? Beethoven neden bunca senfoni bestelemişti? Çünkü başka çareleri yoktu.”.

Hemen duraksadı. Söylediklerinin nasıl vahim sonuçlara sebep olacağını fark etti. Dik oturuşunu bozup öne doğru eğildi. Sağ elini alnına götürüp hafifçe ovaladı. Göğsüne bir ağırlık çökmüş, kafası karıncalanıyordu. Parmaklarını saçlarının arasına sokup geriye attı. Acaba bunu başka bir elin yapacağı günler de gelir mi diye geçirdi zihninden. Derin bir nefes alıp içinde tuttu, ardından hışımla verdi nefesi. Evin içinde dolanmaya başladı. Bir noktada hataya düştüğünü düşünse de diğer yanı haklı olduğu noktalar olduğu kanaatindeydi. Birkaç düşünceli turdan sonra, bu kez kendi kendine konuştu. “İnsan seçmediklerinin ürünü, fakat seçtiklerinin hesabı değil midir? Hangimiz ailemizi, çevremizi, doğduğumuz yeri, yaşadığımız kültürü, dilimizi, görünüşümüzü, kabiliyetlerimizi, zaaflarımızı seçtik ki? Ama seçmediklerimizin getirdikleriyle yeri gelir övülür yeri gelir yeriliriz, bazen ödüllendirilir bazen cezalandırılırız. Evet, ateş yakar fakat ısıtır da. Yadsımıyorum, bu yolculuğun bir yerlerinde irademiz olmalı. Fakat ne övgüleri ne yergileri hak ettik. O yüzden hepimiz aynıyız. Farklarımız, daima bazılarının diğerlerine nazaran doğdukları topluma daha uygun doğup doğmamasında ortaya çıkıyor. Hatta daha dar bir kısım o kadar talihli ki tüm dünya tarafından takdir edilecek, evrensel denebilecek niteliklerle dünyaya geliyor. Herkesin istisnasız tek ortak yanı var sanırsam. Kimileri bu ortaklığa vicdan diyor. Bir kelimeyle tarif etmek pek de mümkün değil sanki. Hepimizde, insan olmamızın getirdiği ortak mecranın kılcal damarlarından biri var. Bu yüzden kelimeler kullanmadan da birbirimizi anlarız. Aramızdan biri vaktinden evvel kurumaya başlayınca biz de onun acısını hissederiz. Birimiz kendi damarında kurursa biz de eksiliriz; kaynağımız bir. Nedir o kaynak? Tam da alevli tartışmaların, derin ayrılıkların sorusu. Komik doğrusu, ne fark eder ki? Mevzuu, cevherimiz insan olduğu için insan olmaya çabalamak değil midir? Biz ise bin bir çeşit gaye peşinde koşarız. Nihayetinde yok olmayacak gibi diğerlerine sırtımızı döneriz. Yaz yağmurlarına kanıp coşarız. Ardından güneşin altında buhar olup hiçliğe karışırız. Vahim… Ama bazılarımız bunları fark etmiştir. Çabalar, dertlenir, emek verir herkes için. İşte… bu kez de ömür yetmez.”. Devam edemedi.

Boğazına bir yumru oturmuştu. Yeniden tekli koltuğa oturdu. Bir süre toplayamadı kendini. Omuzları çökmüştü, otururken içine çöken boğukluğun arasından bir soluk sıyırıp ciğerlerini doldurdu. Dizlerine başını yaslamış birini gördü. Dermansız kolunu kaldırıp, solgun elini uzatırken titreyen, çatlayan, kısık sesiyle konuştu: “Tut elimden… Götür beni buradan. İçim almıyor daha fazlasını. Etim çürüyor, toprağa karışamıyorum. Delik deşik olmuşum, kanayamıyorum. Senin geldiğin yerde de her gün ölünür mü?”. Dizlerindeki, yüzünde acıyan ve buruk tebessümüyle ona dönüp konuşmadan, hafif bir baş hareketiyle ‘hayır’ dedi. “Tamam işte, beni de al yanına!.. Nasıl dayanılır zamana? Nasıl direnilir akıntıya? Biliyorum, yapamam. Korkmuyorum, inan. Korktuğumdan istemiyorum. Sadece… adını koyamadığım bir hakikat var içimde. Kaldıramıyorum…”. Karşısındaki, gözlerine bakarak ayağa kalktı, o da elini yukarı kaldırdı. Ardından, yüzündeki o tebessümle sırtını dönüp karanlığa doğru yürüyerek gözden kayboldu. Eli öylece havada kalmıştı. Parmaklarını ağır ağır avcunda toplayıp elini karnına çekerken iki büklüm oldu. Dişleri sımsıkı kilitlenmişti. İçindeki son eşiğin aşılmasına ramak kalmıştı. Birkaç saniye daha direndikten sonra sol yanağından ilk isyan süzüldü. Damlalar bendini aşıp peşi sıra ekleniyor, eklendikçe sel oluyordu. Sessiz hıçkırıklar içinde, bir parçasının daha eksildiğini hissetti.


Fatih Aziz Ünal
Forumda başlıklara cevap yazabilmek için kayıtlı ve giriş yapmış olmalısınız.
Cevapla
Paylaş:

  • Benzer Konular

Beldemize daha yakın olmak ve daha gelişmiş bir tecrübe için uygulamamızı kurun; herhangi bir uygulamadan çok daha hafif ve güvenli. Şimdi değilYükle